İçinde bulunduğumuz dijital çağ, bireylere düşüncelerini ifade etme konusunda tarihsel bir özgürlük alanı tanımaktadır. Sosyal medya platformları, her bireyi potansiyel bir yayıncıya dönüştürerek ifade özgürlüğünü görünürde demokratikleştirmiştir. Ancak bu yeni iletişim düzeni, beraberinde ciddi etik sorunları ve toplumsal riskleri de taşımaktadır.
İfade özgürlüğü, bireylerin düşüncelerini serbestçe açıklayabilmesini garanti altına alan temel bir haktır. Ancak bu hakkın sınırsız olmadığı, başka bireylerin hak ve özgürlükleriyle kesiştiği noktada sorumluluk gerektirdiği unutulmamalıdır. Sosyal medya mecralarında gözlemlenen denetimsiz ve çoğu zaman bilgi temelli olmayan yorumlar, yalnızca dezenformasyonu beslemekle kalmayıp, toplumsal kutuplaşmayı da derinleştirmektedir.
Kimi zaman bilgi eksikliği, kimi zaman ise bilinçli bir şekilde sürdürülen algı operasyonları, bireylerin her konuda uzmanlaşmış gibi yorum yapmasına zemin hazırlamakta; bu durum, kamuoyunun sağlıklı oluşumunu engelleyen bir unsur haline gelmektedir. Dahası, nefret söylemleri, ayrımcılık ve sosyal dışlama, ifade özgürlüğü kisvesi altında meşrulaştırılmaktadır.
İletişim etiği açısından bakıldığında, bu durum yalnızca bireysel sorumsuzluğun değil, aynı zamanda dijital platformların yeterince düzenlenmemesinin de bir sonucudur. Medya okuryazarlığının toplumsal düzeyde yaygınlaştırılması, bireylerin hem içerik üretirken hem de içerik tüketirken daha bilinçli olmalarını sağlayacak önemli bir adımdır. Çünkü ifade özgürlüğü; bilgiyle, sorumlulukla ve etikle birlikte değerlendirildiğinde anlam kazanır.
Toplumsal barışın, çok sesliliğin ve demokratik diyalog ortamının korunabilmesi için yalnızca hukuki değil, etik düzlemde de sınırlar koymak, iletişim alanında çalışan herkesin sorumluluğudur. Bir iletişimci olarak bu sınırları hatırlatmak, ifade özgürlüğünün değerini düşürmeden onun sorumluluğunu da taşımak gerekir.